ÖYKÜLER MASALLAR VE HİKAYELER 2

KIRMIZI UÇLU KALEM
Ali ödevlerini bitirdikten sonra masasını topladı kitaplarını defterlerini masanın çekmecesine bıraktı siyah kurşun kalemini ve kırmızı uçlu kalemini de masanın üstündeki kalemlik bardağın içine koydu ve anne babasının yanına gitti.Alinin odadan çıkmasıyla siyah kurşun kalem kırmızı kalemle sohbet etmek için yanına yaklaştı ama konuşmaya başlamak için cesareti yoktu çünkü kırmızı kalem kendini çok beğeniyordu onunla daha öncede konuşmak istemişti ama kırmızı kalem onla konuşmamıştı. Kırmızı kalem siyah kalemin kendisine yaklaştığını görünce sinirli bir şekilde ne var yine neden yanıma geldin?
Siyah kalem: Bugünde alinin ödevlerini yapmasında yardımcı olduk ve hiç ucumuz kırılmadı çok mutluyum
Kırmızı Uçlu Kalem : Ben hiç mutlu değilim
Siyah Uçlu Kalem: Neden mutlu değilsin
Kırmızı Uçlu Kalem: Çünkü ben ödevlerin en önemli yerlerini yazdım, unutmaması gereken yerlerin altını çizdim, dikkat etmesi gereken yerlere işaretler koydum,yazıya farklı bir renk kattım ama sonunda beni senle aynı bardağa koydu
Siyah Uçlu Kalem: Evet çok önemli görevlerin var gerçekten yazıyada güzel bir hava katıyorsun ama benimde önemli görevlerim var seninle yazdığı başlıkların içeriğini benle yazıyor bunlar çok uzun yazılar çok yoruluyorum çok defa ucum kırılıyor bende bu bardakta kalmayı hak ediyorum
Kırmızı Uçlu Kalem: Senle sadece önemsiz yazıları yazar zaten rengin göze hiç hoş gelmez benim rengim daha dikkat çekici ve güzel bu yüzden sen yanımda kalmayı hak etmiyorsun.Şimdi bu bardağı hareket ettirip düşürecem sende masanın altına düşeceksin seni artık bulamaz
Siyah Uçlu Kalem: Böyle bir şey yaparsan ikimizinde canı yanacak.Hem beni arar bulur bunu yapmana gerek yok lütfen
Kırmızı Uçlu Kalem: Arasada bulamaz seni oraya bakmak aklına gelmez
Tüm gücüyle kırmızı uçlu kalem bardağı hareket ettirip düşürmeye çalıştı ve sonunda başardı bardak masadan düştü Kırmızı Uçlu Kalem amacına ulaştı bardağı düşürdü. Ama oda ne öyle siyah kalem bardağın içinde yerinde duruyor kırmızı uçlu kalem nerde inanmıyorum kırmızı uçlu kalem masanın altında artık Ali onu hiç göremez renginin güzelliği sönüp gidecek

MAVİ PULLU BALIK
Bir varmış bir yokmuş masmavi suların derinliklerinde bir balık ailesi yaşarmış.Anne balık, baba balık, abla balık ve mavi pullu balıktan oluşan balık ailesi mutlu mesut yaşarmış.Balık ailesinin en küçüğü olan mavi pullu balığın küçük,parlak, mavi pulları ve simsiyah gözleri varmış.Bu balık hep tek başına masmavi sularda gezmeyi hayal edermiş.Birgün hayallerini gerçekleştirmek için ailesinden izinsiz tek başına evden ayrılmış…
Masmavi serin sularda yüzerek evinden uzaklaşmış, yolunu kaybetmiş.Evinin yolunu ararken karnı çok acıkmış ve az ileride ip ile uzatılmış bir yem görmüş, tam yemi yemeye giderken büyük iri gözleri ve kocaman dişleri olan köpek balığı seslenmiş:
-”Hey! Mavi pullu balık dur.”
-”Sakın o yemi yeme. O bir tuzak, eğer yersen oltaya takılacak balıkçılara yem olacaksın” demiş.
Mavi pullu balık oradan uzaklaşarak köpek balığının yanına gitmiş.Tam teşekkür ederken köpek balığı kocaman ağzını açarak mavi pullu balığı yemek için ona yaklaşmış ve tam o sırada iyi kalpli deniz yıldızı belirmiş.Mavi pullu balığı alarak oradan uzaklaşmışlar.Mavi pullu balık çok korkmuş .Olan biteni deniz yıldızına anlatmış.Ailesinden izin almadan evden uzaklaştığı için çok pişman ve üzgünmüş.Olan biteni anlayan deniz yıldızı mavi pullu balığı ailesinin yanına götürmüş.
Mavi pullu balık izinsiz evden uzaklaştığı için üzgün ve endişeli olan ailesi; mavi pullu balığı görünce çok sevinmişler.Mavi pullu balık çok korktuğunu söylemiş ve bir daha izin almadan evden ayrılmayacağına dair söz vermiş, ailesinden özür dilemiş.Deniz yıldızına mavi pullu balık ve ailesi teşekkür ederek mutlu mesut yaşamaya devam etmişler

ALİ DAYININ ÇİFTLİĞİ
Küçük bir çiftliğinbahçesindeki kümese bir tilki gelir. Kümeste bulunan tavuklardan birini alır ve kaçar. Fakat kaçarken horoz tarafından görünür. Tavuklardan birinin kaçırıldığını gören horoz:
—Çaldıııı, çaldıııı! Kaçıyor, diye bağırır.
Horozun feryat eden sesini işiten ördek kardeş kanatlarını çırparak:
-Vaaah, vaaaah, vaaah, vaaah, vaah, vaaah! der.
Gecenin sessizliğini bozan bu feryatlar, kazın hiç hoşuna gitmez. Kaz, tekrar sükûneti sağlamak için:
-Sussss, susss, sussss! der.
Ama sesler diğer kümes hayvanlarınca da duyulur. Baba hindi, başını iki yana sallayarak söze başlar:
-Nebukalabalık? Nebukalabalık?
Fino köpeği koşarak kümesin kapısına gelir:
—Kim, kim, kim o? Kim, kim, kim o? der.
Çiftliğin korunmasından sorumlu olan çoban köpeği kendisine toz kondurmamak için:
—Laf, laf, lafoo; laf, laf, lafooo, der.
Bütün bu gürültüyü duyan Ali dayı, elinde tüfeği ile kümesin önüne gelir. Gördükleri karşısında çok üzülür.
—Bundan sonra kümesin kapısını daha iyi kapamalıyım, der.

Değerlendirme
· Ali dayı nerede yaşıyor?
· Fino köpeği ne dedi?
· Hindi ne dedi?
· Ali dayı ne yaptı? gibi sorular sorulur.
· Alınan yanıtlar öyküdeki olay ve kişileri dikkatle dinlemiş olduklarını belli ediyorsa roller dağıtılır. Ekte kalıbı verilen hayvan başlıklarını takarlar ve masalı dramatize ederler.

Aziz Sivaslıoğllu

YAŞLI DEĞİRMENCİ
Uzak, çok uzak şehirlerden birinin çok fakir bir köyü varmış. Bu köyün adı da fakir köymüş. Fakir köyün toprağı çorak, havası kurakmış. Bitki yetişmez, hayvan barınmazmış. Hal böyle olunca köydeki herkes bir dilim ekmeğe muhtaçmış. Bu köyde fakir ve yaşlı bir değirmenci varmış. Toprakta buğday yetişmiyormuş ki, insanlar buğdayını değirmene getirsin, öğütsün, un olarak geri alsın.

Yaşlı değirmenci erkenden kalkar, elini, yüzünü yıkar, sanki öğütülecek çuvallar dolusu buğday varmış gibi, hevesle değirmenin başına geçer, dereden topladığı kumları buğdaymış gibi değirmen taşının altına döker, kendini avuturmuş. Günler böylece geçip giderken, fakirlik iyice boğazlarına kadar dayanmış. Bir dilim ekmek bulamaz olmuşlar.

Değirmencinin hanımı: “ Bey, herkes gibi biz de açlıktan ölmeden bu köyden gidelim,” demesine rağmen, yaşlı değirmenciye söz geçiremezmiş.

“ Ölürsem değirmenimin başında ölürüm. Sen istiyorsan git,” dermiş de başka bir şey demezmiş.

Yaşlı değirmenci yine bir sabah erkenden kalkmış, değirmenin başına geçmiş, dereden topladığı kumları değirmen taşının altına dökmüş. Biraz sonra değirmen gürültüyle çalışmaya başlamış. Değirmenden farklı sesler gelmeye başlamış. Değirmenci de şaşırmış, bakmış, elini uzatmış, bir de ne görsün? Unun aktığı yerden çil çil altınlar akmıyor mu? Yaşlı değirmenci gözlerine inanamamış, avucuna alıp bakmış, yanlış görmüyormuş, bunlar gerçekten altınmış. Sevinçle hanımının yanına koşmuş. Olanları anlatmış. Kocasına ilk anda inanmayan hanımı altınları görünce inanmış. Çok mutlu olmuşlar, artık yoksulluktan kurtulmuşlar.

Yaşlı değirmenci ve karısı altınların bir kısmını alıp kasabaya inmişler. Kendilerine elbiseler, ayakkabılar ve yiyecekler alıp, köylerine dönmüşler. Onların bu durumunu gören köylüler olanlara bir anlam verememişler.

Gel zaman git zaman yaşlı değirmenci ve karısı zengin olmuşlar. İyi yürekli yaşlı değirmenci altınları sadece kendine ayırmayıp köylülere dağıtmaya başlamış. Köy fakirlikten kurtulmuş artık fakir köyün adı zengin köy olmuş. Ancak köylülerin arasındaki iki adam bu duruma tahammül edemiyormuş. Yaşlı değirmenci bu altınları nerden buluyor, diye merak etmişler.

Bir sabah erkenden değirmene giderken, yaşlı değirmenciyi yakalamışlar ve değirmene getirip bağlamışlar. Altınları nerden bulduğunu sormuşlar fakat bir türlü söyletememişler. Yaşlı değirmenci, ben size de altın verdim, yardım ettim, deyince adamlar, verdiğin on altın bize yetmedi, biz altınların hepsini istiyoruz. Adamlar, değirmenciye altınların yerini söyletmek için, odunla dövünce yaşlı değirmenci oracıkta ölmüş. Bunun üzerine adamlar korkup kaçmışlar. Daha sonra adamları kolcular yakalayıp zindana atmışlar.
Yaşlı değirmencinin karısı, aynı yöntemle altın elde etmek istemiş ama bu mümkün olmamış.
Aradan zaman geçtikçe köy giderek fakirleşmiş ve adı tekrar fakir köy olmuş.

Ayla Yıldırım

KELOĞLANIN ABLASI CANAN
Bir varmış, bir yokmuş. Bir Keloğlan varmış. Çalışmaktan hoşlanmaz, evde yan gelip yatarmış. Ara sıra bahçeye çıkar, çekirgeleri kovalarmış. Bahçede gördüğü akreplerin kuyruklarını keser, sonra da kuyruksuz akrebin kaçışını seyredermiş.

Günlerden bir gün Keloğlan kasabaya gitmiş. Bu kasabada tellal davul çalıyor ve hazır işte çalışacak gönüllü arandığını haykırıyormuş. Olay tanıtım amaçlıymış. Canı isteyen işi yerinde gidip görebiliyormuş. Gidip görmek bedavaymış. Bu işe Keloğlan’ın kafası yatmış. Akşamüstü eve dönünce anasına olanları anlatmış. İşyeri Yalova’nın yakınlarında bir yerdeymiş.

Bunun üzerine Keloğlan’ın anası:

” Ah oğlum, kader çekiyor. Biliyorsun yıllar önce ablan Canan Yalova’ya gittiydi, tıpkısının aynısı bir işte çalışmak üzere. Kızlar ve kadınlar mutlaka çalışmalı. Onlar çalışmasın, evde otursun diye bir düşünce olamaz. Bu durum erkeklerin uydurmasıdır. Amaç, kızları, kadınları geri planda bırakmaktır. Git oraya ablanı bul. Seni yanına alsın. Çalış, üret, bir işe yara. ”

Keloğlan ertesi gün köyü Alaca’dan Bursa’ya gelmiş. Bursa’dan o gün öğle vakitleri 16 at koşmaya başlamış. 4 gün 3 gece at üstünden inmeden Kütahya, İzmir, Balıkesir üzerinden yeni atlıların katılımıyla Yalova’ya gelinmiş. Kurutulmuş et, peksimet yiyerek ve kırbadan su içerek bu mümkün olmuş. Atlılar, ihtiyaçlarını at üstünde karşılamışlar.

Yalova’da Keloğlan ablasını değil, ablası Keloğlan’ı bulmuş. Keloğlan gelenler arasında denince ortalık karışmış. Her bir tanıtımcı, Keloğlan’la tanışmak için, fırsat kollamış. Keloğlan’ın ablası hepsini durdurmuş:

” Durun bakalım, gelen Keloğlan’dır ama benim kardeşimdir. Sizin hepinizin toplamından daha fazla benim onunla görüşmeye hakkım vardır. ” deyince görevliler durmuşlar. Sonunda Canan Keloğlan’la buluşmuş. Hayır, hayır, beklediğiniz gibi Keloğlan’la ablası birbirlerine sıkıca sarılmamışlar. Sadece el sıkışmışlar ve masanın iki yanındaki taburelere karşılıklı oturmuşlar.

Canan söze şöyle bir giriş yapmış:

” Aman Keloğlan, yaman Keloğlan, dağlar başı, duman Keloğlan. Be kardeşim bu kadar mı olur? Fakirsin, işin yoktur, çalışmazsın, dağ-taş gezersin. 6 yıldır buradayım. Burada çalışanlar, gelen giden müşteriler senden bahsederler. Seni anlatırlar. Bazen Karabey bizi salonda toplar ve iki kolunu yukarı kaldırıp teslim işareti çizdikten sonra, biliyor musunuz, geçen günlerden birinde Keloğlan ne yapmış, deyip başından geçmiş bir olayı anlatır. Acıklı bir olay bile olsa mutlaka güldürüşlü yanı vardır ve biz bu fırsatı kaçırmayıp güleriz. Ey kardeşim, sen ne yaptın da bu kadar tanındın, meşhur oldun? ”

Bunun üzerine Keloğlan utana, sıkıla:

” Ben bir şey yapmadım da insanlar benim iyi niyetimi sevdiler. Hayat yarışında beni öne çıkardılar. Önde olmak benim de işime geldi. Macera peşinde koşup onlara malzeme hazırlamak istedim. ”

Daha sonra Canan Keloğlan’a buraya niye getirildiğini anlatmış. Buradaki geniş arazilerin sahibi Karabey’miş. Karabey çok iyi niyetliymiş. Hayatla yaptığı mücadeleyi kaybetmiş veya kaybetmek üzere olanlara yardımcı olmayı kendine rehber edinmiş.

Geniş tarlalar hazırlamış: Domates, biber, patates, patlıcan tarlaları. Tarlayı kazmış, tohumu atmış, can suyunu dökmüş, tarla alıcı bekliyor.

Geniş çiftlikler hazırlamış: Koyun, keçi, tavuk, güvercin çiftlikleri. Her çiftlikte 100’er tane koyun, keçi ve 500’er tane tavuk, güvercin.
Altını ver istediğin çiftliği ister satın al, ister kirala.
Tarlalar, 10 – 20 altın arası satın alınıyor.
Çiftlikler, 40 – 50 altın arası satın alınıyor.
İşte sana hazır iş. Seç seçebildiğini.

Keloğlan:
” Ablam, söylediklerin beni etkiledi. Ben de tarladır, çiftliktir, birinden birisine sahip olmak isterdim ama şu kadar, bu kadar altın diyorsun. Nerede bende o kadar altın? 18 yaşındayım ama hiç altınım olmadı. Birkaç yıl önce Celep Ali’nin elinde bir altın gördüydüm ya aldırma. Benim altınla alışverişim işte bundan ibaret. ”

Canan:
” Bak kardeşim, biz buraya insanları kazandırmak için getiriyoruz. Altının yoksa al tarlayı, çiftliği kirala, kazandıktan sonra öde. Örneğin, domates tarlası diyelim. Domatesler olgunlaşınca topluyoruz, tartıyoruz ve parasını ödüyoruz. Senin yapacağın tarlanın bakımını yapmak. Eğer tarlayı kiralamışsan yarı parasını alıyorsun. Diğer yarısını kira karşılığı olarak alıyoruz. 5 yıl sonra tarla senin olacak. ”

Örneğin, koyun çiftliği, her gün gelip süt sağıyoruz, parasını ödüyoruz. Koyunları otlatmak senin görevin. Çiftliği kiralamışsan yarı parasını alıyorsun. 5 yıl sonra çiftlik senindir. Burada bu sistemden ekmek yiyen 1.000’den fazla çalışan var. Hem kazanıyoruz hem kazandırıyoruz. ”

Canan 4 saat dil dökmüş, anlatmış. Arada yaşam ve hayat hakkında pek çok şey konuşmuşlar. Sonunda konu satın alma ve kazanç işine dönmüş. Keloğlan’ın direnci karşısında Canan ipin ucunu bırakıvermiş. Kardeşini bir iş sahibi etme düşüncesi yok olmuş.

Devran dönmüş, gün dönmüş, neredeyse akşam olacakmış. Keloğlan’la birlikte gelenlerden birkaçı orada kalmış. Tarladır, çiftliktir satın alanlar, kiralayanlar olmuş. Keloğlan ablasıyla vedalaşıp atına binmiş. Hoşça kalın, demiş. Oradakiler, güle güle git Keloğlan, demişler.

Keloğlan evine vardığında olanları anasına anlatmış. Ablamın selamı var, demiş. Yakında bir gün ablasının kendilerini ziyarete geleceğini söylemiş. Müjdeyi alan anası evde temizliğe başlamış. Canan bu, belli mi olur, yarın çıkar gelirmiş. Keloğlan ile anası Canan’ı bekleye dursun gökten dört elma düşmüş. Elmaların biri Keloğlan’ın, biri anasının, biri de Canan’ınmış. Son kalan elma okuyucularınmış

DÖRT MEVSİM MASALI
Bir zamanlar Toprak Ana, evinde yalnız yaşıyormuş. Yalnız yaşamak zormuş, bu yüzden canı çok sıkılıyormuş. Bir gün kalkmış, gök kralına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca, gürültüler, patırtılar duymuş. Kapıdaki nöbetçiye, “bunların ne olduğunu” sormuş.
Nöbetçi:
– Ne olacak, demiş. Mevsim kardeşlerin gürültüsü. İkisi kız, ikisi oğlan dört yaramaz çocuk var. Kavga edip duruyorlar.
Toprak Ana :
– Onları bana gönderin, demiş. Ben yalnızım, biraz da benimle otursunlar.
Nöbetçi Toprak Ananın isteğini krala söylemiş. Kral da “Peki” demiş. Toprak Ana bunun üzerine evine dönmüş, mevsim kardeşleri beklemeye başlamış. Önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. Toprak Anaya :
– Benim adım İlkbahar, demiş. Size ufak bir armağan getirdim.
İlkbahar, çantasını açmış, çantasından tomurcuklanmış dallar, renk renk çiçek demetleri, cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar çıkarmış.
Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş. Tombul, kırmızı yanaklı bir kızmış. Adı da Yaz’mış. Kardeşine :
– Haydi çekil bakalım, bak, ben geldim, demiş. Sonra o da çantasından çilek, kiraz, şeftali, erik gibi meyveler çıkarmış, bunları Toprak Anaya sunmuş.
Derken üçüncü kardeş gelmiş. Sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya :
– Ben sonbaharım demiş. Yalnızlığı, sessizliği çok severim, demiş.
Sonra da kuşları kovmuş, her yeri sarıya boyamış. Ortalığa bir sessizlik çökmüş. Tam bu sırada dördüncü kardeş gelmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarmış, bu suyla her yeri beyaza boyamış. Bir yandan da :
– Benim adım kış, benim adım kış diye bağırıyormuş.
Dört kardeş de Toprak Ananın evinden gitmek istememiş. Kavgaya tutuşmuşlar. Ortalık alt üst olmuş. Toprak Ana kızmış :
– Beni dinleyin, demiş. Ya sırayla gelin, evimde üçer ay misafir kalın, ya da çekilip gidin. Hepinizi birlikte istemiyorum.
– Bunun üzerine mevsim kardeşler düşünmüşler. Aralarında anlaşıp Toprak Anaya, “peki” demişler. İşte o günden beri sırayla geliyor, Toprak Anada üçer ay misafir kalıyorlar.

BEŞ EŞEK MİNO
Eşekler güzel gözlü ve çok sevimlidirler. Aynı zamanda eziyet çeken, cefakâr; sevgisi geçici olmayan, vefakâr hayvanlardır da… Bu akşam anlatacağım beyaz eşek Mino biraz kendini beğenmiştir ama yine de iyi bir eşektir. Görelim bakalım başına neler gelmiş.
Zamanın birinde, çok uzak bir köyde beyaz bir eşek yaşardı. Bu eşeğin adı Mino idi. Mino’nun çok güzel beyaz tüyleri vardı. Uzun ve yumuşacık…
Mino’nun en sevdiği yiyecek simit ve kuru incirdi. Susamları kemirmek ve incirin içindeki minik çekirdekleri çıtlatarak yemek çok hoşuna gidiyordu. Yanında bir de meyve suyu oldu mu değmeyin keyfine.
Mino bir gün yine gezmeye çıkmıştı. Bir yandan otluyor, bir yandan simit ve kuru incirini yiyordu. Matarasından vişne suyunu çıkardı. Tam içecekti ki bir at kişnemesi duydu. Bakmak için kafasını kaldırdı. O sırada elindekini unuttu ve meyve suyu üstüne döküldü.
– Tüh ya, bembeyaz tüylerim battı, diye söylendi.
Şöyle bir silkelendikten sonra kafasını tekrar kaldırdı ve sesin geldiği yöne baktı. Üstünde şövalyesiyle ilerideki şatoya giren beyaz bir attı bu. Mino kendisininki gibi bembeyaz tüylü bir hayvan görmemişti hayatında. Yanına gidip konuşma isteği duydu. Ama sonra önüne dökülen vişne suyunu hatırladı.
– Şimdi tüylerim kirlendi. Onun karşısına temiz ve pırıl pırıl çıkmalıyım, diye mırıldandı. Yarın yine aynı saatte buraya gelir beklerim. Bu şatoyu bulmak hiç zor değil.
Gerçekten de çok ihtişamlı bir şatoydu. Kuleleri on metre yüksekliğindeydi, etrafını çevreleyen suların üstünde ahşap köprüler kuruluydu. Üzerindeki altın ve sedef kaplamalar göz kamaştırmaktaydı.
Mino, ertesi gün güzelce yıkandıktan sonra şatoya gitti ve beyaz atı beklemeye koyuldu. Ama nafile. Beyaz at ortalıklarda görünmüyordu. Onun yerine siyah bir at girip çıkıyordu şatoya. Mino bir hafta boyunca şatoya gidip geldi, bekledi. Sonunda dayanamadı, siyah ata sormaya karar verdi:
– Merhaba, dedi. Geçen hafta burada benim gibi beyaz tüyleri olan bir at görmüştüm.
Siyah at:
– Anladım, dedi. Sen şövalyemin kardeşinin atını arıyorsun. O biraz ileride aynen böyle bir şatoda yaşar.
Doğrusu Mino’nun yön duygusu çok iyi değildi. Yanlış yere gelmişti demek. Bir hafta boşuna beklemişti. “Olsun, artık yolu öğrendim.” diye düşündü. Ertesi gün, doğru şatoyu buldu. Beklediği saatte beyaz at, üstünde şövalyesi ile çıkageldi.
Mino heyecanlanmıştı. Önüne bakmadan yürüyünce tökezledi. Orada oluşmuş bir çamur birikintisinin içine yuvarlanıverdi. Bütün üstü başı batmıştı. Beyaz at ve şövalye bir gürültü duyunca arkalarını dönüp baktılar.
Mino hemen toparlandı.
– Pardon, şey, diye kekeledi.
Utancını bastırmaya çalışıyordu:
– Benim gibi beyaz tüylü bir hayvanla tanışmak istemiştim de, dedi.
Cümlesini bitirdiğinde çamurlanmış tüylerini fark etti. Gülmeye başladı. Şövalye ve beyaz at da ona kahkahalarıyla eşlik etti. Sonra Mino’yu şatolarına davet ettiler.
– Hadi gel de temizlen, sonra oturup konuşuruz, dediler.
Mino önce sıcak bir banyo yaptı. Ardından beyaz ata, geçen hafta başına gelenleri anlattı bir bir. Üstüne meyve suyu döküşünü, yanlış şatoya gidip beklemesini…
Beyaz at da Mino’yu sevmişti. İşte o günden beri beyaz at ve Mino iyi arkadaşlar

KIRMIZI FİLİ GÖRDÜNÜZ MÜ?
Gece olunca yatağa girer, gökyüzünü seyrederek uyurum. O gece de öyle oldu.
Sabah olunca uyandım. Dışarıda yağmur yağıyordu. Baktım odamın duvarındaki resim eğik duruyor.
Resmi düzeltmek için yanına gittim. Bir de ne göreyim. Kırmızı fil yerinde yoktu.
Bir gece önce resmin içinde duran Kırmızı Fil ortadan kaybolmuştu. Önce yatağın altına baktım. Orada yoktu.
Sonra elbise dolabına baktım. Orada da yoktu. Hiçbir yerde yoktu.
Mavi Balina’ ya sordum. –İp atladık, saklambaç oynadık. Ama benim uykum geldi, uyudum. Kırmızı Fil’in nerede olduğunu Sarı Zürafa biliyordur, ona sor, dedi.
Sarı Zürafa’ya sordum. –Gece saklambaç oynadık. Ben onları bulmaya çalıştım. Hepsini buldum. Ama Kırmızı Fil’i bulamadım, nerede olduğunu bilmiyorum dedi.
Önce Mor Kedi’ye, sonra da Pembe Fare’ye sordum. Kocaman fil kayboldu. Nereye gitti acaba?
Bunu bilse bilse Yeşil Karga bilir. Ona sordum. Biz saklambaç oynarken fili kolayca bulurduk. Çünkü çok kocamandı. Dün akşama kadar hep böyle oldu. İlk kez dün akşam bulamadık. Nerede olduğunu bilemiyorum, dedi. Tam bu sırada kapı GÜM GÜM diye vuruldu.
Kapıyı açtım. Karşımda kocaman gövdesiyle Kırmızı Fil duruyordu. Üstü çamur içindeydi. Hem üzgündü, hem de yorgun görünüyordu.
Kırmızı Fil’e sarılıp hortumundan öptüm. Onu çok sevdiğimi söyledim.
Kırmızı Fil hiç sesini çıkarmadı. Doğru odaya yürüdü.
Kırmızı Fil arkadaşlarının yanına gitti, yattı ve uyudu. Sarı Zürafa, Mavi Balina, Yeşil Karga, Pembe Fare ve Mor Kedi Kırmızı Fil’in dönüşüne çok sevindiler. Ben de sevindim ama yerdeki ve duvardaki ayak izlerini anneme nasıl anlatacaktım?

KÜÇÜK FİNO
Günlerden bir gün Küçük Fino adında yavru bir köpek varmış. Küçük Finonun bacakları çok kısaymış . Oysa arkadaşlarının bacakları uzunmuş . Fino onlara bakıp kendi haline üzülüyormuş. Buna bir çare bulmak istiyormuş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Çiftliğin haylaz köpekleri ise onun bu halini görüyor ve onunla alay edip eğleniyorlarmış. Buda küçük finoyu iyice üzüyormuş. Bir şeyler yapmalıymış …

Sonunda aklına harika bir fikir gelmiş… ! İşte , şimdi çözümü bulmuş …
Küçük Fino doğru çiftliğin marangozhanesine koşmuş , çözüm ordaymış!

Birkaç saat sonra çiftliğin haylaz köpekleri üzerlerinde beliren kocaman sopaları görünce korkmuşlar .. Bunlarda neyin nesiymiş böyle !?
Biraz sonra sopaların tepesinde küçük finoyu görünce kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Gerçekten de bu son derece komikmiş.

Küçük finoda sopaların üstünde durmaya daha fazla dayanamamış ve paaat diye yere düşmüş …

O sırada çiftçi sopaların marangozhaneden alındığını anlamış ve çok kızmış. Oraya doğru geliyormuş.
Üç köpeğin üçü de kendilerini çiftçinin öfkesinden korumak için can havliyle koşmaya başlamışlar. Küçük fino hemen içi boş bir kütüğün içine girivermiş. Diğerleri de onun gibi saklanmak istemişler. Ama bacakları uzun ve gövdeleri büyük olduğu için bir türlü oraya sığamamışlar…

O anda finonun yerinde olmayı çok istemişler. Onun gibi ufacık olsalar kolayca saklanabileceklermiş.

KELOĞLAN DÜDÜK HELVA
Bir varmış, bir yokmuş. Bir işte çalışmayan, gezip dolaşmayı seven bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan komşu kasabada gezerken, tellanın sesini duymuş:

” Ey ahali, duyduk duymadık demen, yola çıkıverin hemen, menekşe sokağında, yengenin konağında helva günü yapılıyor. Buyrun davetlisiniz, gelin helva yersiniz. ”

Tellalın söylediklerini duyan Keloğlan soluğu yengenin konağında almış. Konağın bahçesinde ateşler yakılmış, kazanlar kaynıyormuış. Yengenin kocası, konağın dayısı bir seçici kurul oluşturmuş. Dayı, on kişilik seçici kuruldan en akıllı gördüğü Keloğlan’ı kurul başkanı seçmiş.

Dört kazan başında dört yarışmacı varmış. Bunlardan ikisi adam, ikisi kadınmış. Helvalar piştikten sonra tabaklar dolusu helva dağıtılmış. Keloğlan her birinden birer tabak olmak üzere dört tabak helva yemiş. Üstüne iki bardak su içmiş. İnsanoğlu açken dünyaya karamsar, tokken gülümser bakarmış. Keşke haftanın yedi günü, yedi konakta böyle ziyafet verilse. Bugün burada helva, yarın başka yerde dolma, öbür günler köfte, pilav, börek, çörek, kek. Karnım tok olduktan sonra neden çalışayım. Yer, içer, yatar, keyfime bakarım, demiş Keloğlan, anlatmış, durmuş.

Sonunda karar anı gelmiş. Seçici kurul toplanmış. Konak sahibi yenge dokuz oy almış. Keloğlan, hepsi güzeldi ama hocanın helvası bir başka güzeldi diyerek, Nasreddin Hoca’ya oy vermiş. Hey gidi Nasreddin Hoca, hey! Senin yaptığın helvayı yerken tahta kaşığını kıranlardan oy alamadın. Fakirsin ya, ağzınla kuş, elinle balık tutsan yaranamazsın.

Keloğlan, Nasreddin Hoca’ya oy vermiş ama dayı araya girmiş:
” Olmaz Keloğlan, Nasreddin Hoca’ya oy versen ne olacak? Bugün buradan oyların tamamını alan bir birinci çıkacak. Nasreddin Hoca’ya boş ver, yengeye oy ver. ”

Keloğlan’ın kararlı olduğunu gören dayı:
” O zaman seçici kurulla birlikte Dağ Dede’ye gidelim. Dağ Dede’nin oyu yarışmayı sonlandırsın. ” demiş ve Dağ Dede’nin yaşadığı mağaraya gidilmiş. Dağ Dede, dayının dedesiymiş. Yüz dört yaşındaymış ama uzun saçı ve bir metrelik sakalı karaymış. Hani derler ya, ak sakallı dede, öyle değilmiş. Onun saçını ve sakalını odun kömürüyle boyadığı rivayet edilirmiş.

Dağ Dede dört tabak helva yemiş ve üstüne dört bardak su içmiş. Dayının hanımını işaret edip yenge demiş. Dayı, oradakilere otuz iki dişini göstermiş. Konak sahibi yenge oyların hepsini alarak birinci ilan edilmiş. Konağın bahçesine gelince, karar, alkışlarla, doğrusu buydu, sözleriyle karşılanmış.

Keloğlan bu can sıkıcı ortamda daha fazla kalamayacağını anlayıp konaktan ayrıldıktan sonra toprak yolda uzun süre yürümüş.
” Ben istesem de bu düzene ayak uyduramazdım, diye düşünmüş. Konduğu tasın şeklini alan su gibi, girdiği ortamda renk değiştirip bukelemunlaşan insanları sevmiyorum. Yalvarsalar da bir daha bu konağa gelmem.

Ne yengenin helvasını yerim ne dayının yüzünü görürüm.
Ne kimsenin önünde eğilirim ne de zoraki alkışlarım.
Ben buyum işte, benim adım Keloğlan.
Kendisine efendi dememi isteyen dayıya güler geçerim.

İnsan büyük, yüce, görkemli bir varlıktır.
Bütün insanlar eşittir, insanlar arasında fark yoktur.
Ne demek öyle efendimiz, kim kimin efendisi.
İnsan başkasının değil, kendi kendisinin efendisi olmalı.”